Her şey çok hızlı oluyordu. Anja, Ashley’in yere fırlattığı kağıtların sesinin ardından bağırdığını duydu. “Herkes girişe! Davetsiz bir misafirimiz var!” Kampta kendi işleriyle uğraşan ya da dövüş pratiği yapan herkes bir anda silüete doğru koşmaya başladı. Davetsiz misafirleri ise tehlikede olduğunu anlayıp geldiği tarafa doğru kaçmaya başlamıştı ama uzaktan gelen sesler o yönde de kendilerinden birinin olduğunu belli ediyordu. Anja, içgüdüsel olarak onun arkasından gitmek yerine malzemelerin bulunduğu çadırlardan birine koştu. Dışarıdan gürültüler gelmeye devam ederken kafasının içinde kendisine sakin olmayı teskin ederek eşyaları karıştırmaya başladı. Gümüş bir bıçağı bulunca kemerine sıkıştırdı. Ama başka bir şey arıyordu, dışarıdan gelen seslere bakılırsa silüet bir insana ait olamazdı. Ne olduğunu bilmiyordu ama onu etkisiz hale getirebileceğinden emin olduğu bir şey vardı. Nefesi ve kalp atışları damarlarında dolaşan adrenalin artarken gitgide hızlanıyordu. Sonunda aradığını buldu.
Çadırdan dışarı koşup onun kaçtığı tarafa yöneldi. Koşmaya devam ederken sağda solda kan gölcükleri ve hareketsiz bedenler gördü ama durmadı. Midesi bulanmıştı. Şimdiye kadar bir sürü olasılığı konuşup, tartışıp, tarihte yaşanan benzer olayları incelemiş ve saatlerce dövüş sanatları pratiği yapmışlardı ama hiçbir şey şu an yaşananlara onu hazırlamamış gibi hissediyordu. İnsanların acizliği ürkütücüydü. Silüetin yalnız olmama ihtimalini düşünmeye başlamıştı çünkü gördüklerini tek başına yapan bir yaratığın ne kadar güçlü olacağını tahmin edemiyordu. Yalnız değilse bununla ne yapacağım, diye düşündü elinde tuttuğu boyunluğun etrafındaki parmaklarını sıkarken. Sonunda bir bağırma sesinin yankılandığı duydu ve yavaşladı. Oradaydı. Etrafta hala cansıza benzeyen bedenler vardı. Onlara bakmamaya çalışarak üstünden hafif dumanlar süzülen adama yaklaştı. Arkadaşları lanetler savurarak ve hararetle bir şeyler konuşuyorlardı ama bunların hepsini fısıldayarak yapmak zorundalardı. Daha fazla vakit kaybetmek istemediği için kimseyle konuşmadan, bir kaç kişinin başında durduğu ve acı çektiği bariz olan adama baktı. O çektiği acının yaşattığı şok yüzünden kendine gelmeden boyunluğu boynuna geçirmeyi başarmıştı. Ne yaptığını yeni anlayan arkadaşları rahatlamış gibi susup, sakinleşti. Ne kadar sakinleşebilirlerse işte.
Adamı ağı üzerinden almadan ve oyalanmadan kampa geri götürdüler. Kalanların bir kısmı geride kalmış, adamın yaptığı dağınıklığı temizlemekte uğraşıyorlardı. Boyunluğu taktığından beri bitkin görünen adamın etrafında toplananlar ise ne yapacakları konusunda hararetli bir tartışmaya girişmişti yine. “Onu burada tutmamız gerek.” Diye araya girdi Anja. Bir yandan yüzünü inceliyordu, bilinci yerinde olmalıydı ama boyunluğun ilk etkileri olsa gerek; konuşmuyordu. “Mağarada tutarız. O bir vampir, değil mi?” Kolunda kocaman bir yarık olan Ashley’e baktı. Kanamasını görmezden geliyor gibiydi ki genelde böyle biriydi, önem verdiği şeylerle karşı karşıya kalınca diğer her şeyi boşverirdi. Gerçi yakında yarayla ilgilenmezse korkunç bir enfeksiyonla yatağa düşme ihtimali kaçınılmazdı. “Bana tanıdık geliyor, onu gördüğümden eminim. Öldürmek zorunda değiliz. İşimize yarayabilir. Bay R-“ susup tekrar adama baktı. İsim söylemese iyi olurdu. “Böyle şeyleri fırsata çevirmemiz gerektiğini söyler. Öğrenecek şeylerimiz olabilir.” Diğerleri de homurdanarak katıldıklarını belirttikten sonra bu kez onu mağaraya taşıdılar. Fiziksel olarak daha güçlü olan bir kaç kişi onu götürüp, aynı boynundaki nesne gibi insan üstü güçlerini bastırabilecek zincirli kelepçelerle bağlamışlardı. Bu sırada Anja, Ashley ve diğerleriyle ne yapacaklarını konuştular. Anja akşam erken çıktığı günlerde buraya gelecekti, gündüzleri müsait olan James ise arada onu kontrol edecekti. Onu burada ne kadar tutmaları gerektiğini bilmiyorlardı, bu kısmı Bay Rutherford ile konuşmayı düşünüyorlardı ama kimse ona söylemeye gönüllü değildi. Çok kayıp vermişlerdi ve çoğu Anja’nın arkadaşıydı. Panik hissinin üzerine hüzün eklenir gibi oldukça gördüklerini düşünmemeye çalışıyordu. “İyi düşündün.” Dedi Ashley yarasını tedavi etmek üzere yanlarından uzaklaşmadan hemen önce. Şimdiye kadar yaptığı en kısa konuşma olabilirdi.
Dışarıdakiler ölen insanların ailelerine ne söyleneceğini, kasaba kurulunun bunu farkedip farketmeyeceğini tartışırken Anja mağaraya girmişti. Temkinli olmak istediği için adama çok yaklaşmadı. Uzaktan, kan içinde kalmış bacağına baktı. Etrafa kurdukları tuzakların boşuna olduğunu, zaten kimsenin buralara gelmeye kalkmayacağını; gelirse de onlardan habersiz olacaklarından durduk yere bir tuzağa takılmalarının şüphe çekeceğini tartıştıkları bir çok gün olmuştu fakat görünüşe göre, işe yaramıştı. “Senin kim olduğunu bilen birileri çıktı.” Dedi Anja sessizce. Onunla değil de kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Arkadaşlarımı öldürdün.” Bir savunma beklercesine adama baktı ama dayanamadı. “Burayı nasıl buldun? Dışarıdakiler seni bir an önce öldürmek istiyor ama bize bir şeyler söylemeye karar verirsen onları aksine ikna edebilirim belki.”